Eda Bozköylü
edabozkoylu03@yahoo.com
Pencereyi Kapat    Sayfayı Yazdır   
Notaların geçmişiyle uğraşan şef: Gürer Aykal
...Bir Danimarkalı şef daha çok dizaynına, kurgusuna bakıyor; Amerikalı eserdeki vurguları, parlaklıkları ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bense o notaların geçmişiyle uğraşıp duruyorum...
Lise yılları hayatın şekillendiği, önemli kararların verildiği dönüm noktalarıyla doludur birçoğu için. Ben de hayatımdaki kıymetli parçalardan bazılarını o dönemlere borçlu olanlardanım. Klasik müzik tutkum bu parçaların önde gelenidir. Lisedeki müzik öğretmenim sayesinde Vivaldi’yle başlayan yolculuğum, üniversitenin ilk yıllarında haftada en az iki kez ziyaret ettiğim Cemal Reşit Rey salonlarındaki dinletilerle pekişti. Ve bu ilgi kısa sürede bir tutkuya dönüşüp kahramanlar doğurdu. Gürer Aykal, benim klasik müzik tutkumun kahramanıdır. Onun yönettiği orkestralar, besteler, onun yorumu ve daha da ötesinde onun varlığı her zaman bir yol gösterici, her zaman bir gurur kaynağı oldu benim için. Ve ne mutlu bana ki, bir gün onunla oturup sohbet etme şansını yakaladım.

Gürer Aykal, Türkiye’de ve dünyada sayılı orkestra şefleri arasında yer alıyor. 1988’den beri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefliğini yapıyor. Aynı zamanda Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın genel müzik direktörü ve daimi şef. Gürer Aykal ile onu diğer şeflerden ayıran farklılıkları ve Türkiye’de klasik müzik üzerine konuştuk.

• Sizinle ilgili araştırma yaparken uluslararası alanda elde edilmiş sayısız başarı ve farklı alanlarda edinilmiş çok kıymetli unvanla karşılaştım. Sizin mesleğiniz pek çok meziyeti bir arada en iyi şekilde kullanmayı ve aynı zamanda bütün bu alanlarda meslektaşlarınızdan sıyrılmayı gerektiriyor. Başarı farklı görmek, farklı bakmak ve farklı yapmakla ilgili, oysa sizin mesleğinizde fark yaratmak oldukça güç gözüküyor. Siz hangi noktada kendinizi farklılaştırdınız? Başarılarla dolu kariyeriniz boyunca neyi farklı yaptığınızı düşünüyorsunuz?

Benim babam bir müzik öğretmenidir, dolayısıyla bir öğretmeninin evdeki yaşamı da bir öğretmen olarak geçer, her zaman bir şeyler öğretme, öğüt verme vardır. Genelde babaların öğütlerini o anda dinlemeyiz, sonra sonra hayatla birlikte insanın aklına gelir bütün bu öğütler. Devletin bana bakması, devletin beni okutması, devlet konservatuarına kemancı olarak girmem, devletin bursunu kazanmam, devlet orkestrasına şef olmam, devlet sanatçısı olmam, bütün bunlarda babamın bana söylediği bir şey var: Devletin malına iyi bakılır. Eğer okuldan size bir keman verdilerse o kemana iyi bakılır, okuldan bir kitap verdilerse o kitap kaplanır. Bütün bu düşünceleri hayatımdaki her şeye yayabilirim; tutumlu oluyor insan. Tutumlu oluyor derken cimri anlamında değil, elindeki şeyin değerini biliyor. Beni farklılaştıran olsa olsa budur. Her şeye iyi bakmak, onun değerlerini görmek, onu işleyebilmek. Sorunuz çok zor. Ben kendimi kimseyle kıyaslamadığım için kime göre nerdeyim hiç bilemedim. Ama ben bildiğim gibi gittim, o çalışmak, o saygı, göreve saygı.

• Kendinizi yenilemek, her zaman bir adım önde olmak için özellikle hangi gelişme noktalarınızı daima sağlıklı tutuyorsunuz? Bir orkestra şefi olarak başlıca kaynağınız nedir?

Babamdan bahsetmiştim, bu sorunuzu kendi öğretmenlerimi katarak yanıtlayabilirim. Ben Ahmet Adnan Saygun’un öğrencisiyim. Çok iyi bildiğimi zannettiğim müziği yeniden öğrenmemi yeniden keşfetmemi sağladı. Yine Ahmet Adnan Saygun’dan partisyona saygı, emeğe saygı, bunları öğrendim. Ve bu, çalıştığım her eserde aynı yoğunlukta oldu. Yazılan her eseri anlayabilmek, onu kavrayabilmek, onun içine girebilmek için uzun boylu çalışmak gerektiğini öğretti bana. Bunun yanında Adanan Saygun bana, Anadolu’nun bitmez tükenmez bir hazine olduğunu, Anadolu’daki müziği, halk ozanlarının yazdıkları eserleri bütün bunların zincirle, binlerce yılla, farklı kültürlerle birbirine bağlandığını ve bütün bu kültürlerin üzerinde Atatürk’le yaptığımız atılımı çok iyi aşıladı. Bu da benim yaşamımdaki eserleri çıkarmamda, eserleri yorumlamamda çok açıkça bir yol gösterdi ve hala benim için eşsiz bir hazine.

• Size göre sizi, Türk olmayan bir orkestra şefinden ayıran en önemli nokta nedir? Anadolu kaynağından beslenmenizin bu farkta nasıl bir rolü var?

Orkestra şefleri hemen hemen aynı şeyleri düşünür. Orkestraya bakış açımız genelde aynıdır, dersler de hep aynı verilir. Ancak yorumlar farklılaşabilir. Ben gerek İngiltere’de gerek İtalya’da okurken Türk yoktu sınıfımda. Pek çok farklı ülkeden, farklı kültürden arkadaşlarım vardı ve aşağı yukarı aynı eserleri çalışıp hocanın karşısına çıkıyorduk. Dolayısıyla farklılıklarımızın, o bahsettiğiniz kültür farklılıklarının esere etkisini kolaylıkla görüyorduk. Biraz önce Saygun’un bana kazandırdığı o büyük hazineden bahsettim. Anadolu’da yaşayabilmek öyle kolay bir şey değildir, Anadolu’da tembel olursanız çöp tenekesinden farkınız olmaz. Ama eğer çalışkan olursanız, sizi orada besleyen binlerce yıllık kültür var. Bunları bilmek, bunların içinde yaşamak sizin çalıştığınız esere de etki yapıyor. İşte bu etki benim o eseri daha başka incelememi sağlıyordu. Danimarkalı daha çok dizaynına, kurgusuna bakıyor; Amerikalı eserdeki vurguları, parlaklıkları ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bense o notaların geçmişiyle uğraşıp duruyorum. Bestenin etnik kökenlerine gidip oradan nasıl tonaliteye vardığını, varırken ne gibi güçlükler çektiğini partisyonda görebilen bir çalışmaya gidiyordum. Bunlar sınıfımızda çıkmıştı ortaya. Hocam Franco Ferrara da bunları açık açık vurguluyordu. Ben bunun dışında da bir farklılığım olduğuna inanmıyorum.

•Birçok eserin dünyadaki ilk seslendirilişini gerçekleştirdiniz. Aldığınız tepkiler nasıldı?

Ben biraz önce de söylediğim gibi hem keman bölümünü hem de kompozisyon bölümünü okumuş bir müzisyen olarak kendi ülkemin bestecilerinin ürettiği besteleri hem Türkiye’de hem de elimden geldiği kadar yurt dışında duyurdum. Demin de söylediğim bu zenginliğin içinden çıkan bu eseler son derece renkli. Bunları seslendirirken gideceğim ülkenin müzikteki konumunu çok iyi hesap ediyorum. Müzik çok ileri gitmişse ben de o düzey bestecilerimizin eserlerini çaldırıyorum, bazı ülkelerde eğer bu hoş karşılanmayacaksa daha çok halk müziğinden esinlenen ve bunu birebir duyabileceğiniz bestecilerimizin yapıtlarına yöneliyorum. İnanın, benim kötü kritik aldığım bir besteci olmadı. Bütün öğrencilerime de bunu aşılıyorum. Önce siz kendi bestecilerinizin eserlerini en iyi biçimde çalışıp kendinize mal edeceksiniz ve onu en iyi biçimde yorumlayarak bunu her kesime, yalnız Türkiye’de değil, elinize geçen her fırsatta çaldıracaksınız. Tabii ki Beethoven da yöneteceksiniz, tabii ki Tchaikovsky de yöneteceksiniz, ama bunun yanında bir Saygun, bir Cemal Reşit Rey yapıyorsanız varacağınız nokta çok daha ötededir. Hem kendi şefliğinizi gösterirsiniz hem de kendi ülkenizin müzikte nereye geldiğini göstermiş olursunuz. Bir orkestra şefi gerçekten ülkesinin alın akıdır. Bütün öğrencilerimin bunu yaşamasını isterim. Bazı eserlerin dünyadaki ilk seslendirilişini yaptım, keşke 100. seslendirişini yapsaydım, keşke Amerika’ya giden 101. Türk şefi olsaydım.

•Türkiye’de müzik alanında ciddi bir değişim ve bir çatışma var. Bahsettiğiniz kendine özgü bir Anadolu kültürü var; ancak buna karşın özellikle büyük şehirlerde yer yer bu kimliğini kaybetmiş, güçlenen bir arabesk kültürü. Bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de eskiden beri hangi müzik vardı? Bir halk müziği vardı: Muzaffer Sarısözen’in büyük özverilerle yaptığı çalışmalar, kurduğu Yurttan Sesler Korosu ve Türkiye’nin hemen hemen bütün yörelerindeki türküleri derleyip onlara biçim veren Adnan Saygun ve Bela Bartok’un çalışmaları. Dediğim gibi bu hazine bitmiyor. İkinci olarak önceleri saray müziği, sonraları sanat müziği denen ve daha çok İstanbul’un hâkimiyetinde olan bir müzik var. Bu müziğin kökeni de Anadolu’nun batısından gelir. İyi kötü radyoyla dinletilmeye çalışılan bir klasik müzik ve bir de hafif müzik vardı.

Bu dört müziğin ötesinde sonradan arabesk müzik ortaya çıktı. Özellikle kentlerimize gelip varoşlara yerleşenler, kendilerinin hiçbir zaman kentin sahibi, kentin insanı olamadıklarını anlayınca bu müzikle bağdaştılar. Çünkü bu müzik onlara bir şey olamayacaklarını anlattı. Sen sevemezsin, sen sahiplenemezsin, ah vah. Bu bir piyasa tabii ki ve bunu da görenler oldu. Bu kez bu arabesk kültürü daha profesyonelce işlenmeye başlandı; adam ne yaparsa olmuyor, sevecek ama o kız onu sevmeyecek, parası olmayacak. İnsanların kendi özgüvenlerini tamamen yok eden bir akım. Bana, bu ne derseniz ben bunu uyuşturucuyla aynı şekilde değerlendiririm. Bir uyuşturucuyu ülkeye sokan ve satanla bu müziği üretenler bence aynı düzeydedirler. Nasıl uyuşturucuyla bir toplumun çalışma gücünü, üretimini elinden alıyorsanız, bu müzikle de aynı şeyi yapıyorsunuz.

•Türkiye’de klasik müziğin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu noktada Avrupayı kıskanıyorum, Amerika’yı kıskanıyorum. Amerika’da 16 yıl genel müzik direktörlüğü yaptım. Onların eğitim sistemini ve orkestranın bu eğitim sistemin içindeki yerini çok iyi bilirim. Amerika’daki orkestralar her yıl belli oranlarda konser vermek zorundadırlar. Bunun için para alırlar, bununla ilgili kurumlar vardır ve okullarda bu işi öğretmek için çalışırlar. Eğitim sistemi bu. Bir de başka taraf var. Örneğin geçen gün Fransa’daydım. Orkestra şefi arkadaşlarımla konuşuyorum. Savaştan sonra Fransa’da zorunlu eğitim konmasının ülkeye ne kadar büyük katkısının olduğundan bahsettiler bana. Biz sekiz yıla çıkarmak için aylarca tartışıyoruz. Lisenin sonuna kadar eğitim zorunluluğu koymuyoruz. Dolayısıyla zaten çok zayıf olan müzik eğitimi de gelişmiyor. Gelişmenin de ötesinde devlet bakanlarımız müzisyenlerle tartışmaya başlıyor. Bunlar tatsız şeyler elbette.

Diğer taraftan insanlarımızın özellikle belli bir yaştan sonra klasik müziğe yaklaştığını görüyoruz. Özellikle son dönemde yapılan araştırmalarla insanların, ana karnında bile çocuğun gelişimine katkısı olan Mozart’ı, Schubert’i, Vivaldi’yi dinlemeyi tercih ettiklerini görüyoruz. Bunu annelerin öğrenmesi, ben çocuğuma daha iyisini vereyim demesi klasik müziğin ülkemizdeki gelişimi açısında büyük önem taşıyor. Bu konuda büyük bir gelişme var.

Son olarak Gürer Aykal’a Türkiye’de beğendiği klasik müzik sanatçılarını soruyorum. Yanıt bir çırpıda geliveriyor: “Suna, Ayla, İdil, Ayşegül, Verda, Hüseyin, Fazıl, Emre ilk aklıma gelenler.” Not alma telaşıyla durduruyorum onu, “soyadlarını alabilir miyim?” Gülümsüyor ve, “Buna gerek yok, okuyucularınız onları zaten biliyordur.” diyor ve fazlasıyla uzun süren söyleşimizi teşekkürlerle noktalıyoruz. Bu güzel söyleşinin ardından dışarı çıktım, İstiklal caddesi bir başka güzel göründü bana, yürüyüşüm bile başkaydı sanki, yürümüyordum çünkü, uçuyordum!